La Pianiste Film İncelemesi

 Evet, yine bir Haneke filmi ile karşınızdayım. Haneke maratonu yaparken açmamalıydım belki de bu bloğu. Ama artık çok geç ve zaten bu maratonumun son filmiydi.
 Bu kadar gevezelik yeter. Filmden bahsetmemiz lazım. Ben çok beğendim ve belki daha çok taze izlediğim için bir kusur bulamıyorum. Ama filmin kurgusu, senaryosu, oyunculukları beni kendine hayran bıraktı. Isabelle Hupert'in performansı beni o kadar büyüledi ki! Mimikleri, ufak jestleriyle karakteri en az Haneke kadar o da yaratmış sanki. Oyunculuk dışında hem estetik kareleri, kamera hareketleri, açıları, senaryosu ve karakter yazımıyla hem de vardığı nokta dolayısıyla çok değerli bir film olduğunu düşünüyorum.



 Film yine Haneke'nin diğer filmleri gibi rahatsız edici. Ama biçimdeki bu rahatsız edicilik içeriğe kesinlikle hizmet ediyor. Çünkü filmde başta gördüğümüz tüm hayatlar, yaldızlanmış, cilalanmış ve üzerinde oynanmış hayatlar. Bastırılmış olan her şeyin sonunda ne kadar tehlikeli bir noktaya gelebileceği, kendimizi korumak için yarattığımız (ve toplumun da bu yaratma sürecine yardım ettiği) maskelerimizin bize ne kadar zarar verdiği gösterilmeye çalışılmış. Varmaya çalıştığım yer şu ki, maskeler olmadan ortaya çıkan bastırılmış duyguların canavarlaştığını anlatırken, anlatımını ağdalamamayı, anlatımına da bir maske takmamayı tercih etmiş yönetmen.




Kronolojik olarak filmi incelemek, Erika ve Walter'in karakter dönüşümlerini incelemek istiyorum. Önce filmin ilk sahnesi, yani Anne ile Erika arasındaki kavgaya değineceğim. Erika'nın dış dünyaya göstermediği bir anne kız ilişkisiyle karşı karşıyayız. Çarpık ilişkilerini böylece görüyoruz. Daha sonra Erika'nın dış dünyaya olan tutumunu izliyoruz. Kapalı, donuk. Kendini korumak için belki de böyle bir maske edinmiş kendisine. Daha sonra cinsel arzularını görüyoruz. Kendini absürt durumlara düşürüyor bu arzular yüzünden.
 Gittikçe hem annesiyle olan ilişkisi, hem cinsel fantezileri hem de dış dünyadaki hayatı ona acı vermeye başlıyor. Gittikçe deliriyor, belki başından beri deliydi. Belki başından beri çarpık durumdaydı. Belki de hep kendi alacakaranlığında yaşamıştı.

Alacakaranlığından bahsediyor. Mantığını kaybetmiş Schumann’dan değil tam öncesinden.
Aklını kaybetmek üzere olduğunu biliyor, acısını derinlerde hissediyor ama son bir kez tutunuyor.
Bu tamamen yitip gitmeden kendini kaybetmenin ne olduğunun hala bilindiği bir an.

 Bu sözüyle çok şey anlatıyor aslında. Üç farklı hayat arasında sıkışıp kaldığını, delirmek üzere olduğunu çok iyi anlatıyor.


Walter ise Erika ile aynı neredeyse. İçindeki arzuyu o da kontrol edemiyor ve dışarıya gösterdiği yüzü dolayısıyla o da gittikçe deliriyor. Başta kontrol Erika'da ve buna dayanamıyor. Çünkü açık konuşmak gerekirse pisliğin biri. Sonunda da kendini tamamen kaybedip Erika'yı dövüyor. Ama artık kontrol Erika'da değil. Erika tecavüze uğruyor aslında. İkisi de çok yıpranıyor ama sonunda tabii ki de Erika, yani kadın zararlı çıkıyor.

Yorumlar