Remains Of The Day Film İncelemesi ve Analizi

 Hakkında konuşulmayan düşünceleri, gizlenen duyguları, göstermeden ve hakkında konuşmadan aktarabilen bir film. Bir trajediyi, yaşanmayan bir aşkın hikayesini, ustalıkla, harika bir anlatımla sunuyor film. Sistematik bir estetik anlayışı, mekanları, renk kullanımı, senaryosu, oyunculukları, kısacası her unsuruyla tam bir başyapıt.


 Oyuncular benim için tam bir yıldızlar geçidi zaten. Anthony Hopkins ve Emma Thompson dışındaki oyuncular da benim ağzımı açık bıraktı. Hugh Grant, Lena Headey ve benim için anlamsız bir şekilde yeri büyük olan James Fox! Hopkins ve Thompson, oynadıkları karakterler her ne kadar acılarını, sevinçlerini ve zaferlerini içlerinde yaşayan karakterler olsalar da, (özellikle Hopkins) seyirci, karakterleri tamamıyla anlıyor. Ortada olan, asıl konu hakkında hiçbir diyalog kurmayan iki karakter sadece mimikleri ve bakışlarıyla akıl almaz bir iş çıkarıyor aslında. Ama bu iki Tanrı ve Tanrıçanın oyunculuklarını ne kadar översem öveyim bitiremem o yüzden diğer oyunculara geçelim: Hugh Grant ve canımız, süpermenimiz Christopher Reeve de harika performanslar sergiliyor. Lena Headey küçücük bir rolü olsa da yapılabilecek en iyi rolü yapmış. Ve benim canım Bay Salt'ım da çok güzey oynamış (James Fox).

 Yönetmen Call Me By Your Name ile geçtiğimiz birkaç yıl adından çokça söz ettiren James Ivory, özellikle Kenton'un kitabın kapağına bakmaya çalıştığı sahnede benim kalbimi bir kez daha fethetti. O sahnedeki açı, renkler, ışık her şey o kadar cuk oturuyor ki! Yani o sahneyi başka bir yönetmen çekseydi bu kadar etkileyici olmazdı kesinlikle. Sadece o sahne özelinde değil, filmin genelinde görülen bir ustalık var. Yakın karakter planları, gerektiğinde yerini geniş açılara bırakıyor, sabit kamera gerektiğinde hareketli kameraya geçiş yapabiliyor.
 Senaryoda ben açıkçası tek bir kusur dahi bulamadım açıkçası. Varsa bile filmin büyüsüne öyle bir kaptırdım ki kendimi, fark etmem imkansız hale geldi. Demek istediğim, gösterdiği olayı sunma biçimi öylesine büyüleyici ki! Açıktan açığa bu kadar az ve önemsiz şeylerden bahsedip alttan alta bu kadar fazla ve değerli şeyi sunabilmesi hem senaryonun, hem yönetmenin, hem de oyuncuların ortak başarısı.


 İki korkak insanın aşkını anlatıyor film. Her konuda korkaklar. Konuşmaktan, hissetmekten, tepki vermekten, hatta insan olmanın kendisinden korkuyorlar. Özgürlükten korkuyorlar. Aralarında neredeyse bir sevgi nefret ilişkisi var. Birbirlerini sevmekten korkuyorlar. Bu korkaklıklarını vicdanları bile durduramıyor. Nazi sempatizanı patronlarına karşı çıkamıyorlar. Korkaklar. Korkuları vicdanlarını susturuyor. Ve susmuş vicdanları, tepkilerini de köreltiyor. Ama Kenton bunu en azından itiraf edebiliyor. Stevens bunu bile başaramıyor. Stevens aslında bundan memnun değil. Ama yine de, kendi kendine bile itiraf edemediği bir hatasını düzeltmesi mümkün değil. Belki sonunda hatasını anlıyor ama artık her şey için çok geç. Şu anda içimde yazdıkça büyüyen bir yumru taşıyorum, gerçekten Stevens karakterinin trajedisi ve Kenton ile aralarındaki yaşanamayan aşk beni çok derinden yaralıyor.


 Çok harika yazılmış, ilgi çekici karakterler var yani filmde. Ve olan olaylar da tamamen bu karakterlerden kaynaklanıyor. Yani, karakterlerin çıkmazları, filmin asıl sorununu oluşturuyor. Sadece işine odaklanmaktan duyguları körelmiş sıradan bir adam değil Stevens. Yalnızca bir yarısı öyle. Diğer yarısı hep bu ilk yarıyla kavga etmekte. Ama her seferinde ilk yarı kazanıyor. Son defa hariç. Ama o zaman da yukarıda da belirttiğim gibi her şey için geç kalmış oluyor.


 Kenton da kendisine yeni bir pranga buluyor aslına bakarsanız. Stevens'e göre daha bilinçli bir şekilde de olsa o da duygularını geri plana atıyor kızını öne sürerek. Bu saçma ve önemsiz bir bahane değil, ama bir bahane. Kenton o eli bırakıyor. Ve bir daha bibirlerini büyük ihtimalle asla görmüyorlar. İkisi de insani güdülerini bir yana bırakıyor. Son sahnede Stevens, kuşu yani özgürlüğünü, insani güdülerini pencereden dışarı salıyor.


Yorumlar