Lost In Translation: Kaybolan Ne?

 Yalnızlık ve kendini soyutlama üzerine olan meramını, senaryosunu formülleşmiş dramaturjiden sıyırarak, iyi bir yönetmenlik ve olağan üstü iki performansla anlatıyor. Sanırım 2000lerin en iyi filmlerinden birisi. Çünkü sadece denenmesi bile yeterli olacak bu senaryo kurgusunun altından büyük bir başarıyla kalkıyor. Üstüne bir de Scarlet Johansonn'dan muazzam bir performans ve oldukça başarılı bir yönetmenlik de eklenince film benim gözümde bu mertebeye rahatlıkla ulaştı.
 En son kimin sizi gerçekten anladığını hissettiniz? Ama gerçekten anladığını, söylediklerinizin onun için de en az size geldiği kadar anlamlı geldiğini hissettiniz? Ya da içten bir gülüşünüze değer verdiğini? En son ne zaman birisine yakın hissettiniz?
 Bu sorular iki ana karakterimizin de içinde yaşadığı çatışmalar aslında. İkisi çok ayrı karakterler. Birisi hayatı yaşamış ve tanıyor. Etrafındaki anlamsızlıklara uyum sağlayamasa bile onlara istemeye istemeye alışmış bir karakter. Hayatının büyük ve önemli bir kısmı artık geçmiş ama tüm o saçmalığın içinde geçtiğinin o da farkında. Diğer karakter ise bunu yeni fark ediyor. "Hayatım tüm bu anlamsız, saçma şeylerin içinde mi geçecek? Hep yalnız mı olacağım?" Ve bu fark ediş, onu derinden yaralayıp yıkıyor.
 Japonya'da olmaları aslında onları melankoliye itiyor çünkü bir nevi, kendi ülkelerindeki iletişimsizliğin, anlaşılmamanın, anlamamanın verdiği yalnızlığın abartılı bir parodisinin ortasına düşüyorlar. Karısıyla konuşamayan Bob, ne kocasına ne arkadaşına derdini anlatabilen Charlotte, ikisi de yapayalnız.
 İletişimin zorluğunu irdelemek ve bunu bir iletişim aracıyla yapmak epey zor olmalı. Kendilerini anlatamayan iki karakteri bu denli iyi çözümlemek çok büyük başarı.
 Bir yandan birbirlerinden kaçıyorlar. Bir yandan da birbirlerine koşuyorlar. Aşk mı aralarındaki? Yoksa sadece denize düşen yılana sarılır misali mi bilemiyorum. Ama aralarında öyle bir dinamik kurmuş ki senarist, o duygu çatışması izlerken çok büyük haz veriyor izleyiciye.

Peki kaybolan ne? Tercüme edilirken kaybolan nedir? Hisler mi, düşünceler mi? Kişinin kendisi kayboluyor aslında. Konuşurken anlatamadıklarımız, kayboluyor. Kalbimizin derinliklerinde kayboluyor. Ve aslında konuşurken anlatamadıklarımız bizi biz yapan şeyler. Ve herkes bulunmak ister. Herkes anlaşılmak, fark edilmek ister.
 Ya da anlamak! Absürtlüklerle dolu bir dünyayı anlamak o kadar güç olabiliyor ki bazen, gittikçe yalnızlaşıyoruz. Her şey saçma, anlamsız geliyor. Kendimizin bile kim olduğunu bilmiyoruz sanki. Sonunda birini buluyoruz belki. Anlayabilecek, anlaşılabilecek birini. Onunla konuşmadan da anlaşabiliyoruz. Onunla değilken bile onunlayız aslında. Kalabalığın içindeki tek önemli kişi o.
 Bir yandan da gösteri dünyasındaki iticiliğe, suniliğe dikkat çekiyor film. Onlar da gerçek hayattaki iletişimsizliğin bir yansıması gibi.
 Uygar Şirin'in film hakkındaki yazısındaki kapanış cümlesini izniyle çalmak istiyorum: "Ama hazır mekanı Japonya olan bir filmden bahsediyorken, evrenin tek bir enerjiden oluştuğunu, her insanın içinde aynı özü taşıdığını, bizim “kişilik” adını verip pek bir üstüne titrediğimiz şeyin insanı kendi özünden uzaklaştırdığını söyleyen Uzakdoğu öğretilerini hatırlayalım: Aslında “hayat” insanın içinde akıp gitmektedir, ama insan onu kendi yaşamına tercüme ederken çok şey kaybolur."

Yorumlar