Things To Come Film İncelemesi

 Kocasının başka bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenip boşanma sürecine giren, annesiyle olan problemlerini henüz halledemeden annesini de kaybeden bir kadını anlatıyor film. Bağlarını kaybettikten sonra düştüğü boşluğu, konfor alanının dışında içgüdüleriyle yaşama çabasını, duygularıyla boğuşmasını izliyoruz film boyunca.


 Nathalie'nin hayatındaki kırılma noktasını, kocasının onu aldattığını öğrendiği an olarak düşünürsek, o kırılma noktasına gelene kadar karakterin günlük hayatını, annesiyle olan problematik ilişkisini ağır ağır, tüm sıradanlığıyla işliyor film. Annesiyle olan sağlıksız iletişim ve annesinin ona duyduğu bağlılık yüzünden yüklenmek zorunda olduğu yükü iyice hissediyoruz. Artık anarşist-aktivist ve yazar olan eski öğrencisi Fabien'i, biricik medarı iftiharını görüyoruz. Kocasıyla uzaktan bakınca normal gözükse de aralarında yer yer gerginliğin de sezildiği ilişkilerini izliyoruz. Bunların hepsini neden uzun uzun izlediğimiz ise Nathalie bağlarından kurtulup özgürleştikçe ya da daha doğru bir terimle kendisi için yeni bağlar seçme özgürlüğüne kavuşmasıyla ortaya çıkıyor.


 Öncelikle kocasından aldatıldığını öğreniyor. Bu darbe onu gayet anlaşılabilir şekilde yıkıyor. Kocasından ve onun getirdiği her şeyden kopmak ona zor geliyor. Uzun zamandır bildiği "ev" kavramını yıkıyor. Konfor alanından çıkıyor (çıkarılıyor). Yazlık evindeki eşyalarını topladıktan sonra arabaya binmeden önce son bir bakış atıyor. Arabayla uzaklaşırken gözlerinde herkesin bildiği veda hüznü var.
 Hayatından aniden çıkan bu büyük parça onu yalnızlaştırmıyor, boşluğa düşürüyor. Bu boşlukla ne yapacağını bilmiyor. Annesinin ölümüyle bu boşluk daha da genişliyor. Bağımlı olduğundan haberi bile olmayan ama onu tutsak etmiş tüm o şeylerden bir bir kopuyor.

 Bu boşluğun içinde savrulurken kendisini Fabien'in yazar dostları ve sevgilisiyle kendini kapattığı çiftlik evinde buluyor. Ortada bir arayış olmamasına rağmen sanki aradığını bulamamış gibi dönüyor evine. Fakat bu çiftlikte Pandora çiftlikten kaçıp kaybolduğunda film kedi ve Nathalie arasında kurduğu paralelliği izleyicisine mütevazı bir şekilde, gözüne sokmadan sunuyor. Pandora, Nathalie'nin sorumlulukları ve bağlarını simgeliyor. Aslında sevdiği ama kurtulduğunda açıkça daha mutlu olduğu bu kediyi kendisi seçmedi çünkü. Ona annesinden kaldı. Kedinin ne kadar ağır olduğunun sürekli söylenmesi ve gösterilmesi de boşuna değil, Nathalie'nin taşıdığı zincirleri sembolize ediyor çünkü.


 Fabien de sanki bu kedi metaforundan haberdarmış gibi Pandora kaybolduğunda Nathalie'ye kedinin içgüdüleriyle vahşi doğada hayatta kalabileceğini söylüyor. Ayrıca Fabien, Nathalie'yi  sürekli yeni olana itmeye çalışıyor. Geçmişteki bağlarından kurtarıyor. Yeni kitaplar, yeni müzikler... Aslında bu çiftlikte yaşanan ve konuşulan şeyler Nathalie'nin geçmişten kurtulup yeni bağlar kurmasına, kendisine yeni kısıtlamalar kurmasına ve yeni bir konfor alanı yaratmasına yol açıyor.
 Nathalie filmin sonunda yine de bir aydınlanma yaşamıyor. Fakat onu kısıtlayan bu şeylerden kendi isteği dışında da olsa kurtulduğunda artık bir seçim yapabilme özgürlüğüne kavuşuyor. Yeni bir bağ seçme özgürlüğüne...


 Filmin teknik açıdan en beğendiğim yönü ise kurgusu oldu. Film başından sonuna kadar akıp gidiyor. Bunda yönetmenin ve senaryonun da parmağı var tabii. Ama özellikle arkada bir filozoftan alıntı yapılan ya da şarkı çalan sekanslar bir kolaj ya da klip havası vermiyor hiç.
 İzlediğim ilk Mia Hansen-Løve filmiydi ve beni diğer filmlerini de izlemek için teşvik etti, büyük ihtimalle bir noktada diğer filmleri hakkında da yazarım.

Yorumlar