The Transfiguration

 Kimileri tarafından "klasik veya kült korku filmlerine bir saygı duruşu" olarak adlandırılabilecek olsa da göndermeler ve cameolar ile dolu bir filmden çok daha fazlası The Transfiguration. Çünkü izlemesi baştan sona rahatsız edici ve gergin bir deneyim olan bu film, kesinlikle son zamanlarda gördüğüm en ustaca yazılmış, en katmanlı ve derinlikli karakter dramalarından birini sunuyor.
 Film ilerleyip derinleştikçe Milo'nun travmalarla, vahşi fantezilerle, sapkın düşüncelerle dolu zihninin kıvrımlarında gezinmek, kendini hapsettiği ve kendi yarattığı dünyanın korkularla bezeli karanlığında onunla birlikte yaşamak, yaptıklarını, düşündüklerini, duygularını anlamaya çalışmak hem tüyler ürpertici hem de keyif verici bir serüvene dönüştü benim için.


 Aslında gerek senaryo gerek kamera hareketleri gerek de açılar, izleyiciyi Milo'nun içine girmeye zorluyor zaten. Gettolarda, ara sokaklarda, parklarda Milo ile birlikte yürüyoruz film boyunca. Milo dışında gördüğümüz tüm karakterleri Milo gördüğü için görüyoruz. Lewis evden çıktığında onu görmüyoruz mesela. Ya da Milo Sophie ile konuşmak, görüşmek istemeyince biz de Sophie'yi görme şansını kaybediyoruz. Daha filmin ilk saniyesinde bir adamın boynundan kan emerken gördüğümüz bir karakter ile empati kurmak imkânsız gibi gelse de; film, sinemanın bu tarz oyunlarını ustaca lehine kullanarak bunu başarıyor.
 Bir noktadan sonra bu da yeterli gelmiyor, Milo'nun kafasında kurduğu şeyleri, hayal ettiği şeyleri görmeye başlıyoruz. Ve artık imkânsız olan şey Milo ile empati kurmamak haline geliyor!


 Milo, bileklerini keserek intihar etmiş annesinin cesedini bulmuş, babasını henüz sekiz yaşındayken kaybetmiş, amerikan gettolarında yaşayan ve hem bu gettolardaki çeteler tarafından hem de yaşıtları tarafından 'ucube' olarak adlandırılan, şiddet gören ve devamlı zorbalığa uğrayan bir çocuk. Daha önceden yaşadığı ve yaşamaya hâlâ devam etmekte olduğu bu şeyler ölüm, yaşam ve gerçekliği hayatındaki en büyük konular haline getiriyor.
 Milo'nun kendisini vampir olarak görmeye başlaması birbirine bağlı üç ana etkenden oluşuyor bana kalırsa.
 1-Ölümle çok erken yaşta, babasının ölümü sayesinde tanışması, jiletle bileklerini parçalayan, kanlar içinde ölü bir şekilde yatağında yatan annesini görmesi ölümü sonsuz boşluğa, anlamsızlığa sürükleyen içi boş bir şey olarak görmesini sağlıyor. Önemli olan tek şey hayatta kalmak! Hayatta kalmayı, aslında kafasında oluşturduğu hayvani bir dürtüyle bağdaştırıyor. Bu da kendisine atfettiği yeni benliğini oluşturmasında yani vampir olduğunu düşünmeye başlamasındaki en büyük üç etkenden biri oluyor. Bu etken onun vampirlerin intihar etmesinin 'kurallara' aykırı olduğuna inanmasına da sebep oluyor.


2-Vampirlerin birçok eserde toplumun dışına itilmiş, hor görülen kesimlerin alegorisi olarak kullanıldığı bir sır değil herhalde. Bu da beni şunu düşünmeye itiyor: Milo, toplumdan hem ırkı hem de ekonomik sınıfı yüzünden ötekileştirilen, kendi mahallesinde bile 'garip' olduğu için dışlanan bir çocuk olarak bilinçaltında kendisini sürekli haklarında içerikler tükettiği vampirlerle; yani dışlanan kesimleri sembolize etmek için sürekli kullanılan bu canavarlarla özdeşleştiriyor.
 3-Aslında yaşadığı travmalar ve yaşamakta olduğu hayat yüzünden içinde bulunduğu psikolojik durumu da bir reddetme halinde. Sevdiği kızı, Sophie'yi bile öldürüp kanını içmenin hayallerini kuruyor kafasında. Ve bunu vampir olduğu için yaptığını düşünüyor. Psikolojik olarak ne kadar yıpranmış durumda olduğunu reddetmesi düzelmesini de aslında imkânsızlaştırıyor. Milo da düzelemedikçe vampir olduğuna daha çok inanıyor.



 Düzelememesi, yaptığı şeyin yanlış olduğunu bilmesi fakat buna rağmen yapmaya devam etmesi onu intihara daha doğrusu kendi ölümünü organize etmesine sürüklüyor. Depresyon hastalığındaki ya da PTSD yaşayan biri de zaten düzelemediği için, kurtulamadığı için intihar düşüncelerine yöneliyor. Yani The Transfiguration hem travma sonrası stres bozukluğu ve depresyonla boğuşan bir gencin intihara giden özgün ve dramatik anlatısını sunuyor hem de siyahilerin Amerikan toplumundaki konumuna yer yer alegorik yer yer doğrudan bir gözlemde bulunuyor.
 Ben daha çok filmin, Milo'nun karakteri üzerinden anlattığı kısmına odaklanarak yazdım çünkü ne siyahilerin Amerika'daki, gettolardaki durumu hakkında bir okuma gerçekleştirebilecek kadar kalifiye olduğumu düşünüyorum, ne de şu anki politik ortamda kendimde böyle bir had buluyorum açıkçası.
 Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!

Yorumlar